Türkiye’de Tasarımcılar Mutlu mu?
Mentörlük

Türkiye’de Tasarımcılar Mutlu mu?

Mesut Uğurlu
Mesut Uğurlu
23 Nisan 2022 22 dk. okuma

DesignGost Blog bölümü için tecrübeli yaratıcılarla bir blog serisi hazırladık.
Konseptimiz ''Bir Soru Beş Cevap''. Sorumuz: Türkiye’de tasarımcılar mutlu mu?

Cevap 1

Ardan Ergüven / Designer & Academician


Bu soruya Türkiye’deki tasarımcılar adına cevap vermem zor görünüyor. Ancak çevremdeki tasarımcılardan ve kendi deneyimlerimden yola çıkarak bazı saptamalar yapabilirim. Öncelikle bu soru aklıma Bertrand Russell’ın “Mutlu Olma Sanatı” başlıklı kitabını getiriyor. Russell’a göre aydınların ya da yaratıcı insanların mutsuzluk nedenlerinden biri, yeteneklerini serbestçe ortaya koyma olanağı bulamamaları, tüccar zihniyetli kişilerin yönettiği büyük kuruluşlarla çalışmak zorunda kalarak kötü ve saçma işler yapmak zorunda kalmalarıdır. Böyle bir durum insanlara gerçek bir mutluluk veremez; üstelik sevmediğiniz bir işle uzlaşmaya kalktığınızda hiçbir şeyden zevk alamaz hale gelirsiniz. Bir işi sevmeden yaptığınızda kendinize olan saygınızı kaybetmeye başlarsınız. İnsan kendisine saygı duymazsa, kolay kolay gerçek mutluluğa kavuşamaz. İşinden utanan birisinin kendisine saygı duyması zordur.

Mutluluk bazen tek başımıza elde edebileceğimiz bir duygu gibi görünse de kolektif bir yaşamın bireyleri olduğumuzu kabul ettiğimizde, mutluluğumuzun çevremizdeki insanlara bağlı olduğunu fark ederiz. Bir ülkede mutlu olmak için oradaki şöförlerin, boyacıların, fırıncıların ve işçilerin de mutlu olması gerektiğine inanıyorum. Yani tek başımıza yaşadığımız bir mutluluk sürdürülebilir görünmüyor.

Tasarımın bir problem çözme tekniği olduğu fikrinden yola çıkarsak, işverenler farklı alanlardaki tasarım problemleri için çözüm arıyor ve bizim de bunun için hizmet etmemiz gerekiyor. İşin zor kısmı da bunu kabullenmek. Yani tasarım yapmak için önce bir işverene ihtiyacımız var. Kendimiz için tasarım yaptığımızda problemi kendimiz belirleyip çözüm üretebilir ve mutlu olabiliriz. Fakat bu şekilde çalışarak temel ihtiyaçlarını karşılayabilen ve hayatını sürdürebilen çok az tasarımcı var. İşverenin bize ve yaptığımız işe saygı göstermesi mutlu olmamız için büyük önem taşıyor. Bu konu benim ve çevremdeki tasarımcıların en çok dile getirdiği konuların başında geliyor. Peki biz evimize gelen sucuya, sokaktaki pilavcıya ya da marketteki kasiyere ne kadar saygı gösteriyoruz? Bana göre temel mesele burada başlıyor

World Happiness Report’un 2021’de açıkladığı “Dünyanın En Mutlu Ülkeleri” sıralamasında 

Türkiye, bir önceki sene 93'üncü sıraya yer alırken 104'ün sıraya gerileyerek, dünyanın en kötü ekonomisine sahip Venezuela'yı sadece 3 basamak geçebilmiş. Söz konusu araştırma, Türkiye’nin listede Bangladeş, Nijer, Türkmenistan, Ermenistan ve Libya gibi gelişmemiş ülkelerin dahi gerisinde kaldığını gösteriyor. Listede Finlandiya zirvede yer alırken, Danimarka 2'inci, İsviçre 3'üncü, İzlanda 4'üncü ve Hollanda 5'inci sırada yer alıyor. 

Bu liste değerlendirilirken ülkelerin kişi başına düşen gelir, özgürlük, sağlık ve sosyal yardım imkânları, yolsuzluk karnesi, eğitim ve alım gücü gibi kriterler dikkate alınıyor. Dolayısıyla tasarımcıların ve diğer meslek sahiplerinin mutlu olabilmesi tek bir kritere bağlı görünmüyor.

Yanlış olduğunu gördüğümüz ve değişmesi gereken çok fazla şey var. Kendi vatandaşına ikinci sınıf insan muamelesi yapan, yabancı turistlerin bizden daha avantajlı fiyatlara tatil yapabildiği bir ülkede yaşıyoruz. Pandemi sürecinde bile ülkemize gelen turistler ellerini kollarını sallayarak ve maske takmadan sokaklarda dolaşırken bizler evlerimize kapanmak zorunda kaldık. Türkiye’nin en büyük sorunu kendi insanına değer vermemesi.

Buradan yola çıkarak işverenin de yaşadığımız ülkenin bir ürünü olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Tasarımcılar olarak bu çifte standarttan olumsuz şekilde etkileniyoruz. Türkiye’nin devlet destekli en büyük otomobil girişimlerinden biri, logo tasarlatmak için bu ülkenin yetişmiş insan gücünden yararlanmak yerine yabancı bir firmayla çalışmayı tercih ediyor. İşin ilginç tarafı bunu yapanların her yerde milli kültürden ve üretimden bahsetmesi.

Türkiye’deki bağımsız tasarım ofisleri ve serbest tasarımcılar genellikle KOBİ’lere hizmet veriyor. Bunların sahipleri ya da yöneticileri çoğunlukla Anadolu şehirlerinden birinde doğan, büyüyen ve hayatında bir kere bile tiyatroya, konsere, müzeye veya sergiye gitmeyen kişiler. Dolayısıyla bu kişilerle çalışırken yaptığınız işin önemini ve değerini anlatmakta zorlanabiliyorsunuz. Tasarım için kullanmanız gereken zamanın büyük bir bölümünü müşterinizi eğitmek için harcıyorsunuz. Bu yorucu süreç bir süre sonra işveren ve tasarımcılar arasında anlaşmazlıklar yaşanmasına neden olabiliyor. Birlikte pek çok proje yaptığımız Goodjob’un kurucularından değerli arkadaşım Eren Özata bu soruna kendince bir çözüm bulmuştu. Müşterileriyle çalışmaya başlamadan önce onlara Will Gompertz’in eğlenceli bir dili olan “Sanatçı Gibi Düşün” kitabını hediye ediyordu.

Söz konusu işverenleri bu konularla ilgilenmedikleri veya bilgi sahibi olmadıkları için suçlayamayız. Çünkü Türkiye’nin kendi insanını bu alanlarda yetiştirecek bir eğitim ve kültür stratejisi yok. Anadolu şehirlerinin büyük bir bölümünde doğru düzgün bir kütüphane, müze veya tiyatro bulunmuyor. Kültür ve sanat etkinliklerinin büyük bir bölümü İstanbul’da gerçekleşiyor. Bu açıdan Ankara ve İzmir bile yetersiz kalırken diğer şehirlerde yaşayanların sanat ve tasarım hakkında bilgi sahibi olmasını beklemek gerçekçi görünmüyor

Bu ortamdan rahatsızlık duyan ve iyi işler yapmak isteyen tasarımcılar, imkânları elverdiğinde daha fazla gelir elde edemeseler bile yurt dışında çalışmayı tercih ediyor. Çünkü yaptıkları işe değer verildiğini bilmek ve saygı görmek istiyorlar. Mutlu olmak genellikle tüketimle özdeşleşmiş durumda. Ancak Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu durumda temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan çok fazla insan olduğunu düşündüğümüzde tasarımcıların mutlu olduğunu söylemek zor olabilir. Yine de bir tasarımcının sahip olduğu yetenekler ve imkânlar dahilinde, değerli ve anlamlı bulduğu işlere yönelerek mutlu olabilme şansının diğer insanlardan daha fazla olduğuna inanıyorum.

Konuyu çok iyi özetlediğini düşündüğüm için yanıtımı yine Russell’dan bir alıntı yaparak tamamlamak istiyorum: İnsanlar yaşamlarını bir bütün olarak görme eğilimi bakımında birbirlerinden çok farklıdırlar. Bazılarına göre bu doğaldır ve hayatı böyle görmek gerekir. Bazılarına göre de yaşam, birbirinden ayrı ve güdümsüz olgulardan ibarettir. Birincilerin mutluluğa ulaşma olasılığı ikincilerden büyüktür, çünkü onlar giderek kendilerine hoşnutluk ve güven verecek koşulları oluştururlar; buna karşılık ikinciler, olayların etkisiyle bir o yana, bir bu yana savrulur ve sakin bir limana ulaşamazlar. Hayatı bir bütün olarak görme alışkanlığı hem akla, hem de gerçek ahlaka uygundur ve eğitim sırasında teşvik edilmelidir. Uygun ve değişmez bir amaç, yaşamın tamamını mutlu kılmaya yetmez, ama mutlu bir yaşam için vazgeçilmez bir koşuldur. Bu amaç da, en başta insanın işinde bulunur.

Cevap 2

Örgüt Çaylı / Creative Director


Türkiye çok mutlu bir ülke. Sadece özenle korunan el değmemiş doğal güzellikleri, zengin kültür ve sanat ortamı, eşsiz mutfağı ve güleryüzlü insanları nedeniyle değil üstelik. Her sektörden ve her meslekten yurttaşlarımız, insanca çalışma koşullarına sahip oldukları ve emeklerinin karşılığını fazlasıyla alabildikleri için çok mutlular. Tasarımcılar da çok mutlu elbette Türkiye’de. Nasıl olmasınlar ki? Mükemmel bir çalışma ortamının yanısıra, temel haklar ve ifade özgürlüğü açısından da dünyanın en uygar ülkesinde yaşıyorlar. 

Reklam ajanslarımız, bizim gibi diğer gelişmiş ülkeler tarafından örnek model olarak gösteriliyor. AB ortalamasına göre, Türkiye tasarımcıların en yüksek gelir seviyesine ve satın alma gücüne sahip olduğu ülke. Mobbing ve ücretsiz fazla mesai kanunlarımıza göre yasaklanmış durumda. Hatta bundan tam 10 yıl önce, ülkemizde gönüllü ve ücretli fazla mesaiyi de yasakladık. Bilimsel olarak, sağlıklı yaşamak için bir insanın günde en fazla kaç saat çalışması gerektiği belirlenmiş durumda. Bundan fazlası bireysel sağlığa olduğu kadar, toplumsal mutluluğumuza da olumsuz etki ediyor. Mesai saatleri dışında iş email’leri almak gibi durumlar bile artık sadece kötü anılar arasında yer alıyor. Etik değerler ve çalışan mutluluğu tüm ülkede kutsal sayıldığı için, zaten kanunlar böyle olmasa bile tersini kimse aklından geçirmezdi.

Bağımsız çalışan tasarımcılar için de Türkiye bir cennet. Tüm vergi sistemi yaratıcıları el üstünde tutmak, yaşam koşullarını maksimum düzeyde iyileştirmek ve ülkeyi yabancı yaratıcılar için de bir çekim merkezi haline getirmek için tasarlanmış. Kanunların yetersiz kaldığı durumlar için de GMK var. Türkiye’den 19.685 ve yurtdışından 76.044 üyesiyle, GMK tüm dünyada tasarımcıların örgütlendiği en önemli meslek kuruluşları arasında yer alıyor. Üye olsun olmasın, tek bir tasarımcı bile kötü niyetli bir müşterinin yıkıcı tavırlarıyla karşılaştığında, GMK Hukuk Departmanı’na bağlı avukatlar derhal devreye girerek sarsılmaz bir savunma duvarı oluşturuyorlar. Sadece o tasarımcının haklarını korumak için değil, aynı zamanda meslek onurunu yüceltmek ve saygınlığını korumak için de. Okul ayrımı yapmadan ve kimseyi dışlamadan istisnasız her tasarımcıyı aktif üye yapmak için maksimum çabayı her zaman gösteren GMK, iyi ki varsın!

Tasarımcılar ve tasarımcı adayları, eğitim alanında da Türkiye gibi gelişmiş bir ülkede yaşamanın avantajlarından sonuna kadar yararlanıyorlar. Dünyanın en iyi 500 üniversitesinden 250’si bizim üniversitelerimiz. Devletimiz tarafından resmi olarak desteklenen akademik özgürlüklerden yararlanmak ve evrensel nitelikte eğitim almak isteyen onbinlerce yabancı akademisyen ve öğrenci, Türkiye üniversitelerine girebilmek için birbirleriyle yarışıyorlar. 

Almanya’nın Weimar şehrinde kurulmuş, bizim okullarımız kadar bilinirliği olmayan tasarım okulu Bauhaus, bu sene tüm eğitim programını MSGSÜ’yü rol modeli alacak şekilde yeniden düzenleyeceğini duyurdu. Kendilerine yol göstermeleri için Türkiyeli akademisyenlere her yıl yaptıkları çağrıyı yinelediler ama, kimse buradaki olağanüstü güzel koşulları bırakarak başka bir ülkeye gitmek istemiyor. 

Tasarımcıların karşılaştıkları tek zorluk, akademisyen olarak üniversitelerde mi, yoksa profesyonel olarak yaratıcı sektörlerde mi kariyer yapacaklarına karar vermek. Zor bir karar bu, her iki alanda da eşi benzeri olmayan olanaklar sunuluyor tasarımcılara. 

Her yıl ABD, Avrupa Birliği ve İngiltere’den onbinlerce tasarımcı daha iyi yaşam ve çalışma koşullarına kavuşmak için Türkiye’ye göçmenlik başvurusunda bulunuyor. TC Sanat ve Tasarım Bakanlığı bu başvuruları titizlikle inceliyor ve hem insanlığa, hem de ülkemize en yararlı olacak şekilde hızla sonuçlandırmak için elinden geleni yapıyor. Elbette ülke olarak uygarlık ve refah seviyemizi tüm dünyayla paylaşmak için istekli ve heyecanlıyız. Ama akılcı düşünmeli ve kaynaklarımızı doğru kullanmalıyız.

Türkiye’nin sunduğu mükemmele yakın koşullar nedeniyle kimsenin yurtdışına gitmek istemediğinden bahsetmiştim. Ama yine de perspektif genişletme ve başka kültürleri tanıma gerekliliğinden hareketle Türkiye Tasarım Konseyi (TTAK), başvuruda bulunan her tasarımcımıza geniş teşvik paketleri sunuyor. Hedeflediğiniz ülkeyi seçmeniz yeterli. Her türlü iş bağlantısı, konaklama, gideceğiniz ülkenin çevresindeki ülkelere yapacağınız ek geziler vb ihtiyaçlarınız TTAK tarafından karşılanıyor. Sizden tek beklenen, ülkemizi iyi temsil etmeniz ve bilgi birikimini genişletmiş mutlu tasarımcılar olarak geri dönmeniz. Bu kadar olanağa rağmen, kimsenin başvurmak istememesi, çözülmesi gereken bir problem olarak karşımızda duruyor.

Ben de yurttaşı olmaktan onur duyduğum Türkiyeli bir yaratıcı ve tasarımcı olarak çok mutluyum. Boğaz kenarındaki yalımda her sabah serpme fusion kahvaltımı yaparken, bazen geçmişe dalıp hayaller kuruyorum. “Acaba bu kadar muhteşem iş ortakları ve müşterilere sahip olmayı hak ediyor muyum ki ben?” diyorum kendi kendime. Bana gösterilen saygı ve sevginin karşılığını tam olarak verebiliyor muyum? Beni el üstünde tutan, yaptıkları bilgece yorumlarla, onlar için yarattığım işleri her revizyonda daha da üst seviyelere taşıyan, ödemelerini beni yormadan, tam zamanında vehatta zamanından da önce yapan sevgili müşterilerime elimden gelenin en iyisini verebiliyor muyum? Verebiliyorsam ne mutlu bana ama yetmez. Daha da iyi olmalı. Çeker misin kuyruğunu kızım ağzımdan, bak yine uyandırdın beni tatlı şey.

Cevap 3

Özüm Asılkazancı Ak / Graphic Designer


Sorunun cevabını genele mal etmek elbette ki yanlış olur. O yüzden soruyu “ben mutlu muyum ve neden?” çerçevesinden değerlendirmem daha doğru olacaktır.

Bu coğrafyada yaşamayı gönüllü olarak tercih eden bir tasarımcı olarak ne kadar mutluyum?

Yazının devamında “kötü”, “vasat”, “çirkin” gibi kavramları sıklıkla kullanacağım gibi görünüyor. Bahsedeceğim kötü/çirkin kavramlarını, karşıtı olan iyinin/güzelin ritmini bozacak “şeylerin” bütünü olarak kabul edebiliriz. Aynı zamanda çıktı-anlam dengesinden uzak eylem olarak da kullanacağım. Haliyle bu sadece görsel dünyayı etkileyen bir konu değil. Ancak, bir şeyleri değiştirmeyi arzulayan her tasarımcıyı bizzat etkileyecek olan bir durum. Yani afiş, yazı yüzü, kitap vb. tasarımına indirgenemeyecek bir şeyden bahsediyorum. Bahsedeceğim şey kollektif bir algı inşaasıyla ilintili çünkü.

Soru “Türkiye” özelinde sorulduğu için, coğrafyayı biraz daha sınırlandırıyorum elbette. Ancak anlatmak istediğim şey güncel sınırların çok daha ötesinde…

Uzunca bir süre Türkiye sınırları dışında yaşadıktan sonra, görsel üretimin kültürle birebir alakalı olduğuna tamamen kani oldum. Artık kimsenin beni aksine ikna edemeyeceğini biliyorum. Ve bu coğrafyada teknolojinin, içinde bulunduğumuz durumu iyileştirmesi de tahmin edildiğinden daha çok zaman alacak gibi görünüyor. Soru Türkiye özelinde sorulduğu için gönül rahatlığıyla bu sonuca varıyorum en azından. Çünkü iyiye/güzele karşı direncimizin olduğunu biliyorum.

Bunda, yaşadığımız sosyopolitik kırılmaların etkisinin büyük olduğunu hissediyordum. Daha doğrusu önce hissediyordum, sonra derince gözlemleyerek düşündüm ve en sonunda ikna oldum.

Sürekli yanıp sönen sokak tabelaları, balkonun orta yerinden çıkan boruların varlığı, hesaplar tutmadığı için hiçbir zaman kapanmayan kapılar, Türkçeyi desteklememesine rağmen cömertçe kullanılan yazı yüzleri, daha büyük olduğunda daha güzel olacağına inandığımız yapılar, mutfaktaki sarı bez, şehir girişlerindeki devasa kent heykelleri, Bursa’da şehrin ortasına inşaa edilen TOKİ konutları, CerModern’e doğru yürürken karşına çıkan devasa kablolar ve yoldaki yarıklar, sokağın ortasına savrulmuş çöpler, yamuk duran mutfak karoları, Bomonti Bira Fabrikası’nın heyula gökdelenlerin arasında sıkışıp kalması gibi örnekler bu durumun sonuçları olabilir. Hepsi görsel hafızamıza nakış nakış işleniyor, estetik algımızı biçimlendiriyor.

Çirkine maruz kalmak, vasata razı olmak ve artık hiçbirinden rahatsız olmamak en büyük lanetimiz belki de! Gözü çirkine aşina olan bir toplum için vasat bir ürün ortaya çıkarmak sorun olmayabilir. Hatta belki bu çirkinler evreninde güzel bir şeyler ortaya çıkarmak kişiyi, eylemi, ürünü ya da fikri daha görünür kılar. Ama şu bir gerçek ki kollektif çirkin yaratımına karşı durmaya çalışan, gözünü eğitmeye niyetli herhangi biri için direnmek oldukça zor ve yorucu.

Tasarımcı olmayı bir kenara bırakalım şimdi. Çirkine tahammül etmek zorunda olan herhangi birini düşünelim.

Vasata yenilmeden üretmeye/düşünmeye çalışıyorsun. Etrafındaki çirkini görmemeye çalıştıkça, içinde bulunduğun ve seni var eden şeylere zamanla yabancılaşıyorsun. Yabancılaştıkça aidiyetini sorguluyorsun.

İşte böyle bir mutluluk...

Cevap 4

Atilla Karabay / Creative Director


Bu sorunun cevabı, bence her geçen gün yurt dışına uğurladığımız tasarımcı arkadaşlarımızda gizli diyeceğim. Ancak cevabım çok net: HAYIR. Mutlu olmak çok zor. Hem ekonomik hem psikolojik olarak…

Ülkemizde şu an birçok tasarımcı çok zor bir dönemden geçiyor. Bir kısmı bireysel olarak çalışıp var olmayı, daha “serbest” olarak hayatını sürdürmeyi, müşteri ve ekonomik koşullarla bire bir mücadeleyi seçiyor. 

Bir kısmı ise ofislerle, ajanslarla çalışıp daha zor şartlar altında da olsa kısmen daha net bir gelir etme mücadelesindeler. Sözün özü, aslanın ağzındaki ekmek için kıyasıya bir hayat mücadelesi hüküm sürüyor. 

Türkiye’de çalışan bir tasarımcının odaklandığı sorunlar özellikle Avrupa ve Amerika’daki diğer meslektaşlarına göre çok farklı. Dolar kaç lira olmuş, elimde TL tutarsam değer kaybedecek mi, yağ bitmiş mi, bakliyat mı stoklamak lazım, bugün kadın cinayeti var mı, orman yangını için en iyi uçak hangisi, hangi aşı bizi daha iyi korur vb. pek çok gündem maddesinin sağanağı altında mesleğine ve mesleğinin sorunlarına odaklanmak yerine, gelecek kaygısının kıskacında yarını tasarlamaya çalışmanın hüznünü yaşıyor.

Elbette grafik tasarımın geçmişinde savaşları, toplumsal olayları, protestoları, krizleri konu aldığı dönemler vardı, şimdi de bunlar için pek çok görsel, illüstrasyon yapılıyor, sosyal medya için içerikler üretiliyor. Bu nâhoş olayların yaratıcılığı tetiklediği, geliştirdiği de bir gerçek; fakat mutlu olmak bambaşka bir şey!

Pandemi ile birlikte hayatımıza giren uzaktan çalışma, daha bağımsız olabilme, bir mekâna bağımlı kalmama, yıllardır süregelen rutinlerin dışına çıkma, her yerin ofis olabilmesi gibi görece rahat çalışma imkânı sunan “şer”den “hayır”a uzanan bazı yanlarını reklam sektörü yaratıcılık kavramının anavatanı olarak avantaja dönüştürmeyi becerdi. Bunu yılladır freelance olarak deneyimleyenlerin yanı sıra sizinle çalışan işveren, müşteri ve üçüncü partilerin de kendilerini bir anda bu olgunun tam orta yerinde bulmaları, zamanla bu “özgür” çalışma ortamına ayak uydurmaları bence bu yüzyılın devrimidir. 

Kanaatimce bu da ülkedeki tasarımcılar için bir fırsat olmuş ve bir nebze daha sakin olabilecekleri, şehrin keşmekeşinden uzakta, trafik çilesinde heba olan saatleri iş verimliliğine kanalize etmelerine olanak sağladı. Kendi adıma bu süreci daha izole geçiren biri olarak kalabalıktan, korna seslerinden, kavimler göçü gibi gerçekleşen vapura binip inme, metrobüse koşturma, birbirini itip kakan insanların yüzlerine baktığımda herkesin sorununu, mutsuzluğunu iliklerime kadar hissettiğim bir hengâmenin içinde olmamanın, işime layıkıyla zaman ayırabilmenin mutluluğunu yaşıyorum.

Tasarımcı ve reklamcı sıfatıyla hep yeni bir şey yapma ve bunu farklı yapmanın peşinde olan insanlarız. Bence en çok kafaya taktığımız, dert ettiğimiz şeyler fikrin özü olan, tasarımın daha iyiye gitmesi için gerekli sorular olmalı; fakat ülkenin şartları, tasarım anlayış/kavrayış düzeyi, tasarıma ve tasarımcıya veriler değer maalesef kişinin sınavı gibi. Nerdeyse her gününüz daha düşük bütçelerle daha büyük etki yaratmak, tasarımın ne denli ciddi bir grafik disiplin içerdiğinin farkında olmayan insanlara yaptığınız işe inanmalarını sağlamaya çalışmak ve bunun önemini anlatmak ile geçiyor. Elbette bu da işin parçası; ancak çok yorucu ve mutsuz eden parçası da aynı zamanda.

Bu girdabın içinde mutlu olmak için proaktif projeler yapmak, mutlu olmayı beklemek değil de mutluluğu bir defineci gibi aramak lazım.


Cevap 5

Cihan Önder / Group Head Art


Mutluluk ortak bir duygu olarak görülse de aslında herkes için farklı bir şeyi ifade edebiliyor. Ben bu soruyu mutluluğun temeli olarak gördüğüm duygusal tatmin üzerinden yinelemek istiyorum: Türkiye’de tasarımcılar yaptıkları işlerden tatmin oluyorlar mı? Bir tasarımcıyı neyin tatmin edebileceğine dair mutlak bir yorum yapmak mümkün olmasa da etmenlerinin az çok belli olduğunu düşünüyorum. Yapılan işin kalitesi, çalışma ortamı ve maddi getiri, tasarımcılığın artılarını ve eksilerini değerlendirmek için bir çıkış noktası olabilir.

Yıllardır reklam ajanslarında farklı ölçekte pek çok markayla çalışarak ve bağımsız gerçekleştirdiğim projelerimden öğrendiğim şu ki iş kalitesi sadece sizin bilgi ve becerilerinizle değil, aynı zamanda beraber çalıştığınız müşterinin vizyonuyla belirleniyor. Tasarımcılar olarak markaların iletişimlerine hayat verirken kullandığımız görsel üslup markalar tarafından tanınan alanla kısıtlanabiliyor. Tabii böyle söylerken bunun her zaman sınırları çok da belli bir alan olduğunu kastetmiyorum. Bazen tasarım size doğru gelen bir yöne doğru çekilebilirken, bazen de iş yaptığınız alan daracık kalabiliyor. Bu son dediğim özellikle tasarım kültürünün toplumun geneline sirayet etmemiş olduğu Türkiye gibi ülkeler için geçerli. Geniş görüşlü olmayan müşteriler ile uzun zaman çalışmak hem gelecekteki müşteri profiline dair bir ön kabulü beraberinde getiriyor hem de tasarımcının yaratıcılığına ve kendini geliştirme imkanlarına ket vuruyor. Bu da doğal olarak iş kalitesinde düşüşe sebep oluyor.

Bahsettiğim dar tasarım anlayışı ve toplumsal bakış tabii ki çalışma ortamında da kendini gösteriyor. Ajanslarda çalışan tasarımcılar için ast-üst ilişkilerindeki keyfilik ve müşterilerin zamanınızı tamamen satın almış olduğuna dair inancı hayli uzun çalışma saatlerini doğuruyor ve özel hayatınıza kalan alanı da daraltıyor. Bu da düşük iş kalitesiyle bir araya geldiğinde tatminden bahsetmek giderek zorlaşıyor. Bağımsız tasarımcılar ise sıklıkla harcadıkları emeğin karşılığını almak için ekstra bir gayret göstermek zorunda kalıyor. Çizdiğim tablo karanlık gözükse de bunu yaptığımız seçimlerle ve önceliklerimizle şekillendirme olanağımızı yadsımamamız gerekli. Bu noktada tasarımcılar kendilerine sunulan tasarım problemini çözmenin ötesine geçebilirse, bütün bunlardan geriye artık ne kadar kaldıysa o kadar enerjiyi kendine uygun tasarım problemlerinin arayışına aktarabilirse profesyonel hayatın bir nebze farklı şekillenebildiğini düşünüyorum. Bu kulağa haliyle ekstra bir iş yükü gibi gelse de tasarımcılar olarak yaptığımız işten tatmin duyabilmememiz, belki de mutlu olabilmemiz için gerekli.